YILDIZLI GECE
Her zaman gittiğim parkın çimenlerine uzanıyorum. Bu gece yıldızlar ne kadar da güzel! Sanki bundan yarım saat önce şiddetli bir kavganın ortasında kapıyı çarpıp çıkan ben değilmişim gibi oldukça sakinim.Nedeni bu berrak gökyüzü, bu yıldızlar, bu ılık hava olabilir mi? Az sonra bilgisayarımı açıp yazmaya hazırlanıyorum. Nerede olduğumu asla tahmin edemeyeceklerini bildiğimden içim rahat. Onlara göre -yani aileme göre işte- ben yalnızlıklar kraliçesiyim. Issız bir kuytu köşede sinirden ağladığımı sanabilirler. Umurumda değil. Kalabalıklar arasındaki yalnızlığı seviyorum. İnsanlar arasında tek olmayı... Bunu -ve hakkımdaki birçok şeyi- bilmedikleri için, şu an bir sürü insanla dolup taşan bu parkın bir köşesinde bulunduğumu tahmin etmeleri güç neyse ki. Her insan bir gün kendi devrimini yapar. Bu sözü bir yerde mi okumuştum, şimdi mi uydurdum tam emin değilim.Yok artık Zeynep o kadar da değil! Evdekilere isyan bayrağını kaldırmışsın gibi havalara girmek de neyin nesi? Sinirin -sinirleri- geçince tıpış tıpış döneceksin nasılsa yine. Bir gece vakti kendimi sokağa atmamla devrim yapmışım gibi hissetmemi nasıl yorumlardı acaba sevgili Che. Devrimin büyüğü küçüğü olmaz evlat der miydi? Bizim evde yaşasaydı kesin derdi -Amor cuerdo no es Amor- .
Bu içimdeki bitmek tükenmek bilmeyen geç kalmışlık hissinden kurtulamıyorum. Çocukluğumdan beri annemin okula geç kaldın, otobüse geç kaldın, sınava geç kaldın, büyüyünce işe geç kaldın telkinlerinden kaynaklı olabilir mi? Hep yarım kalmış tamamlanmayan bir şeyler varmışçasına ufak çaplı panik ataklar geçiriyorum.Yetişememekten korkuyorum ama neye? Yaşama? Sahi yaşama geç kalmak diye bir şey var mı sizce? Doğduğumuz günle öleceğimiz gün zaten belliyse, bu ikisi arasındaki kısa çizgiye de yaşam diyorsak geç falan kalmış değiliz aslında, tam zamanındayız. Yaşamın içinde, onun bir parçası. Peki tamam biliyorum aslında, yaşama değil yaşamaya geç kalabileceğimizi biliyorum, lafı dolandırıyorum sadece. İnsanlar gerçekleri konuşmak istemediklerinde böyle yaparlar.
Biraz ötemde iki üç yaşlarındaki bir çocuk bilmiyorum kaçıncı kez düşüyor oyuncukların üzerinden. Düşer düşmez de gık demedem kalkmayı öğrenmiş. Bir yetişkinden daha mı olgun sanki yoksa büyüyünce düşmelerimiz daha mı çok acı vermeye başlıyor? Bilmiyorum hiç, bu düşüpte kalkamayışlarım neden…Bir kedi yaklaşıyor yanıma. İki okşamadan sonra tedirgin bakışları yok oluyor ve çabucak yerleşiveriyor kucağıma. Nedense bu çok iyi hissettirdi. Bunca kişi arasından beni seçmişti çünkü. Seçilmiştim ben. Neydi o söz sahi? Bir şiir okumuş, bir de bir kedi sevmiş olsaydık hepimiz, daha mı az kirletecektik birbirimizi? Öyle bir şeydi sanırım da tam hatırlayamadım.
Biraz sonra yazımı tamamlayıp son bir göz gezdiriyorum, -lütfen sözlerimi kırpmadan eksiksiz yayımlayınız- ve gönderiyorum. Yazdıklarım söylemek istediklerimin çeyreği bile değilken tümünü yayımlamakta tereddüt etmeleri gülünç geliyor bana. Bilgisayarımı kapayıp çantasına koyarken fazla hareket etmiş olmalıyım ki kedi de uyanıyor. Yazarken heryerim tutulmuş, birlikte bir güzel esniyor, gevşiyoruz. Bir yazar hastalığı söyler misin deseler sonu gelmeyen sırt ağrıları derim. Yine lafı kıvırıyorum aslında. Sırtım ağrıyorsa sebebi düşük dereceli skolyozum. Yazar hastalığı diye birşey de yok az önce uydurdum. Yazmak iyileştirir çünkü.
Artık gitmem gerekiyor. Kedicik de benimle gelmek ister mi acaba diye düşünüyorum ama hiçbir şey yapmıyorum bunun için. Gelmek isterse peşime takılır zaten değil mi? Gelmek isteyen gelir, aramak isteyen arar, görmek isteyen bakar, duymak isteyen dinler su akar yolunu bulur. Öyle işte. Neyse. Bu gece yıldızlar ne kadar da güzel…
Yorumlar
Yorum Gönder